Avrupa’nın bir çok ülkesine göre çok daha büyük bir medya ağına sahip Türkiye, televizyon yayıncılığı adına ciddi atılımlara imza atarken, kantite ile kalite senkronizasyonunu henüz sağlayabilmiş değil. Büyüklü küçüklü onlarca iddialı prodüksiyon beyaz camda Türk izleyicisini tatmin etmeye çalışırken, emek-yoğun bir kitle, isimsiz kahramanlar olarak sadece roll caption’larda ad/soyadlarını süzdürebiliyorlar.
Olimpiyat yayınlarından sonra dünyanın en görkemli televizyonculuk olayının Eurovision Şarkı Yarışmaları olduğu düşünülürse, Türk Televizyonculuğu’nun geldiği ya da geleceği noktayı “yönetmenlik” üzerinden ele alıp, Eurovision kriterleriyle buluşturarak değerlendirme yapmak abesle iştigal olmayacaktır.
Olimpiyat yayınları ya da uluslar arası futbol karşılaşmalarının “broadcast” ölçütleri kısa sürede deneyimli televizyoncular tarafından içselleştirilirken, Eurovision Şarkı Yarışması rejilerine dair bir çok dinamiğin sindirilmesi ise yakın gelecekte imkansız görünmekte…
Star televizyonu çalışanları Şampiyonlar Ligi maçlarını yayınlamadan önce UEFA görevlileri tarafından kısa soluklu sayılmayacak bir eğitim almış ve nihayetinde de bu eğitimin hakkını veren işlere imza atmıştı. Fakat iş, ‘show’a dayalı uluslar arası bir yarışma programına gelince renkler hızla yer değiştirmekte. Kaldı ki bu show olayı öyle önemli bir olay ki, yarışmanın sonuçlarını doğrudan etkileme gücüne de sahip.. Yani bir futbol ya da spor etkinliğinin yayınının, oyuncuların başarısına hiç bir etkisi olmazken, Eurovision rejilerinin, tüm katılımcıların sıralamadaki yerlerine önemli ölçüde refere olabildiği artık bir sır değil..
Günler süren provalar sadece temsilcilerin adaptasyon/performans/sahne uyumu vs. nedenlerinin de ötesinde, ışık/kamera/ses adına da ciddi bir matematiğin uzlaşmasını açığa çıkartıyor. Dolayısıyla Eurovision yayınında çalışanlar, bir çok kıstasın dengesini kurmak zorunda oldukları gibi, esneklik göstermeleri gereken çok fazla teknik detaylarla da hemhal olmak mecburiyetindeler.
Türkiye’de iddialı bir yayının hayata geçme aşamasında yaşanan handikapları özetleyelim ve metne başlık olan sorunun yanıtını açığa çıkaralım:
1- Yayının formatı yabancı kaynaklı olsun ya da olmasın, yapımcı/editör/genel müdür/kanal sorumlusu/ekran yüzü müdahaleleri her an devrededir. Yalandan da olsa bir araya gelinen masa başı sehpa dibi toplantılarında programın içeriği ile ilgili karar birliğine varılamadığı için çok başlı işin belirsiz sonuçları yönetmenin performansına olumsuz yönde yansır. Öyle ki yabancı formatlı bir yapımda bile Türk izleyicinin algı düzeyi düşünülüp “uyumlama” adına sıkıntılı oynamalara gidilebilir. Bundan da en son (en geç) yönetmenin haberi olur.
2- İddialı olsun ya da olmasın, programın ışık/ses/kamera ve anons provaları hakkıyla hiçbir zaman yapılmaz ya da hiç yapılmadan yayına girilir. Sadece Pop Star tarzı yarışma programlarında özellikle yarışmacılar için sıcak prova yapıldığından, şükür ki teknik ekip ve yönetmen de o sıcak prova sayesinde kendi reji provalarını yapabilirler.. Fakat dekorun yetişmesi, teknik ekipmanın kurulumu daima yayın saatine ancak yetiştiği için Türkiye’deki yönetmenler bizzat yayın sırasında açılarına ve kadrajlarına dair son uygulamalarının kararını alırlar.
3- Yayın gününe zar zor yetişen dekorun tasarımı kağıt üzerinde her ne kadar afili gözükse de uygulamada aynı ambiance bir türlü tutturulamaz. Çünkü Türkiye’deki hemen tüm dekor tasarımcılar kameradan sadece karşı “genel plan”ı referans alarak çalışmalarını estetize ederler. Oysa reji sadece genel plan ölçeğinde gitmez, hatta sadece karşı açılar üzerinden de ilerlemez. Kanatlarda yer alan kameraların verdiği resimler profil/yarı profil açılarda olduğundan dekor tasarımının da bu açıları göz önünde bulundurması gerekir. Zira yan kameralar dekorun dışını ya da bitimini görme riski taşıdığı için dar alanda istenen resmi yakalaması gittikçe imkansızlaşır. 360 derecelik bir dekor uygulamayı layıkıyla becerenlerin sayısı ise çok azdır. Zira yakın plan resimlerin nasıl sonuç verileceği de tasarım sırasında dikkate bir türlü alınmaz.. Ayrıca aynı tasarımda kamera yerleri ve yine kameramanların serbest çalışmaları için gerekli olan paylı sahaların hesabı daima ıskalanır. Dönecek yeri olmayan jimmy jib operatörü ya da kameraman kendi pozisyonunu almakta zorlandığı için yönetmenin arzuladığı kadrajı sunmakta ister istemez sıkıntı yaşar. Bunun da nedeni sadece dekorun handikaplarla uygulanmış olması değil, Türkiye’deki stüdyo ölçeklerinin küçüklüğünün dayattığı travmalardır. Yönetmen, ihtiyaçlarına cevap vermeyen dekora ve stüdyoya mahkum olduğu için sadece yayını kurtarma çabasına girer. Kreatif bir rejiye imza atmak başka bir baharın hikayesidir artık.
4- Ekran yüzlerinin bitmek bilmeyen blokajları ve talepleri de rejinin dinamiklerini alt üst etmektedir. Türkiye’deki ünlü ya da yarı ünlü tüm star sunucular, yönetmenin üstünde bir “kıymet” taşıdığı için istekleri her zaman ivedilikle karşılanmalıdır. “Beni oradan görmeyin, buradan görün; beni daha çok görün, şu sırada beni hiç görmeyin!…” gibisinden programın akışını bozacak sunucu müdahaleleri de yönetmenin rejisine parazit olur. Öyle ki, programa konuk olarak katılan solist ya da oyuncular bile benzer taleplerle yönetmeni cendereye almakta beis görmezler.
5- Günler öncesinden yapılan artistik yayın/yapım toplantıları tamamen beyhude artikülasyon rabarbasının yaşandığı anlara tekabül eder. Yetkili ya da yarı yetkili hemen herkes yüksek egolarını bu toplantılarda açığa çıkartırken, güç ilişkilerinin devrede olduğu bu takım çalışmasında, yayının ihtiyacı değil falanca kişinin “kudret”i her konjonktürde zirvedeki yerini korur. Kaldı ki egoların ucuz teatral lakırdılarla açığa çıktığı bu toplantılarda net bir işbölümünü yakalamak da gerçek dışıdır. Sözüm ona kurgulanmış işbölümü, uygulama sırasında sınırlarını şu ya da bu nedenle daraltıp/genişletebilir. Yönetmen, deneyimli olsa da olmasa da bahsetmeye çalıştığım Makyavelist tutumun ağından çıkamayacağını bilerek adım atmaya yazgılıdır.
6- Bir televizyon programının hayata geçmesindeki en büyük kriterlerden biri olan “Bütçe” Türkiye’de kendi kendine ihanet eden bir düzenlemenin illüzyonudur. Maliyetler sadece dekor/ekip/sunucu/prodüksiyon bedellerini değil, teknik ekipmanın ücretleriyle de iyi geçinmek zorundadır. Bütçe elverdiği ölçüde, yönetmenin teknik gereksinimleri karşılanır. Genellikle de karşılanmaz. Çünkü teknik ekip ve ekipmanın seçimini de bu aşamada yönetmen değil, yapımcı yapar. Biçare yönetmen de mevcut teknik koşullara adapte olmayı kabul eder.
7- Türkiye’de televizyon yayıncılığı adına dünya standartlarında eğitim veren bir üniversite ya da özel kuruluş yoktur. Mevcut kurumlardaki eğitmenler, sektörde iş bulamayan az deneyimli televizyonculardır. Bir kısmı da 90’lı yılların teorik kalıplarıyla aktarımda bulunan belki iyi niyetli ama burnuna toz kaçırmamış kişilerdir. Kurumun öğrencilere sağladığı teknik/stüdyo olanakları da o öğrenciyi “televizyoncu” yapmak yerine televizyonculuk hakkında sadece “fikir” sahibi yapar. Mezun olan ya da sertifika alan genç, eğitildiğine inanarak hadiseye dahil olmaya çalışır ama reelde, öğrendikleriyle örtüşmeyen bir hızın ve devinimin ortasında afallayarak yokuşu tırmanmaya çalışır. Dolayısıyla sahip olduğu “fikir”, yerini “kaygı” ve “paranoya”ya bırakır.
Numaralandırdığım bu paragrafları, çeşitli varyasyonlarla yapımcı ya da ekran yüzleri de deneyimleyebilir, ama Eurovision Şarkı Yarışması rejilerindeki profesyonel disiplin anlayışı söz konusu olduğunda “Yönetmen”in başarısı ve refleksif performansı Türkiye’de kerhen kriter alınır. Zincirin bir halkasındaki amatörlük, düşük bütçeli hükümranlık ve egoya dayalı sultanlık; tüm yayına yansıyan ve kendi kendini doğuran virüse dönüşür. Kimse de mevcut virüsün kaynağını teşhis etmeye teşebbüs etmez.
Eurovision Şarkı Yarışması yayınlarına gelmeden; Melodifestivalen (isveç), Dansk Melodi Grand Prix (Danimarka), Norsk Melodi Grand Prix (Norveç) gibi Eurovision temsilcilerinin seçildiği uzun soluklu yapımlara baktığımızda da ideal “disiplin”lerin nasıl başarılı sonuçlar verdiği kolaylıkla görülmektedir. Bu disiplin, Türkiye’de yerleşmediği ve yerleşmeyeceği için de yarışmanın hakkını verebilecek bir yönetmenin güzel ülkemizin bereketli topraklarından çıkmasını beklemek komiktir. Aynı mesele neyse ki futbol karşılaşmaları yayınları için geçerli değildir. Çünkü bir futbol yayınında saha bellidir, oyun bellidir; yani dekor sorunu yoktur/ekran yüzü kaprisi hiç yoktur! Artı, futbol yayınları için kullanılan teknik ekipmanın bütçesi de her zaman yüksek tutulmaya çalışılır. Dolayısıyla başarılı maç yönetmenlerinin sahip olduğu avantajlar, program yönetmenlerinin imkanlarıyla bu anlamda kıyaslanamaz.
İşte ömrü kısa ama telaşın, kibirin, ben bilirimciliğin, delik deşik bütçelerin damgasını vurduğu Türk Televizyonculuğu uluslar arası arenada görücüye çıkmaya bu anlamda bir türlü hazır olamadığını kabul dahi etmezken, ancak yabancı yayın kuruluşlarına lojistik destek vermekten öteye gidemediğini görmekten de hala ve niyeyse utanmamaktadır.
Bu ayıbı ve günahı sahiplenecek hiç kimse de yoktur.
Herkese iyi yayınlar olsun.