img 4052
Günün erken saatlerinde bizlere ABBA müzesi anılarını paylaşan Ali, bu sefer dün ilk defa yaşadığı Eurovision’u canlı izlemeye deneyimini anlatıyor.

Umarız bir gün bütün Eurovision fanları bu deneyimi yaşar diyerek sözü Ali’ye bırakıyoruz.

Herkese merhabalar. Önceki yazımda ABBA müzesi deneyimimden bahsetmiştim. Şimdi de size çok, çok büyük bir deneyimimden bahsetmek istiyorum. Sertab Erener’i saymazsak, duyduğum ilk birinci Helena Paparizou’nun “My Number One” şarkısıydı. Eurovision’u ise 2006 yılından beri izliyorum. Üzerinden tam tamına 10 yıl geçmiş. Bu onuncu yılı, kendi açımdan kutlamak için aylar öncesinden kafama koymuştum, bu sene Eurovision’a gitmeliydim. Dün akşam, hayatımda ilk defa Eurovision’u bir televizyon ekranından değil de; canlı olarak, arenanın içinde, benim gibi Eurovision konusunda kafayı sıyırmış fanlar arasında izledim. Hayatımın en muhteşem gecesiydi.
 
Arenaya İsveç saatiyle 20.00 gibi bir saatte vardım. Yanımda Türkiye’den arkadaşım Gökhan vardı. Kendi Eurovision sitesi var. Öncelikle kaybolduk, arena büyüktü çünkü 🙂 Doğru giriş kapısını bulduktan sonra, sonunda sahne ile ilk kez, yüz yüze, göz göze gelebildim. Yaşadığım hayranlığı tarif edemem. Sahne gerçekten çok güzeldi. Işıklar, kameralar, her şey. Büyülü gibiydi Globen.
 
Arenaya girdiğimizde herkese bir de ışıklı bileklik vermişlerdi. Bu bileklikler uzaktan kontrol edilebiliyor ve vakti gelince yanıp sönüyor. Postcard’lar bittikten sonra ve şarkı başlamadan önce, hangi ülke çıkacaksa, bileklik, o ülkenin bayrağının rengini alıyordu.
 
Şovun başlamasına yarım saat kala sahneye bir ekip çıktı, kim olduklarını ya da adlarını bilmiyorum malesef, ama arenayı Eurovision öncesi, Eurovision şarkılarıyla coşturdular. “La La Love” şarkısından “Fairytale” şarkısına kadar bütün şarkılar bağıra çağıra okundu. Saat 9 olunca o meşhur beste duyuldu arenada; Eurovision açılış marşı. Canlı yayın başladı, kameralar üstümüzde dolaşmaya başladı. Işıklar, sesler, çığlıklar, her şey o kadar güzeldi ki. Okuduğum bölümden dolayı, teknik olayları derinlemesine inceleyebildim. Kameraların güzelliği, tekniğin profesyonelliği, steadycamler, örümcekler, içimde “keşke ben de bir gün bu kameranın operatörü olabilsem” duygusu uyandırdı. 
 
Sonra beklenen vakit geldi çattı. “Let the Eurovision Song Contest begin…!” Desdur bismillah, heyecanlıyım, yarışma başlamış falan derken, Finlandiya’nın postcard’ını izlediğim sırada çok çirkin bir olay yaşadım. Arkadaşım Gökhan ile, ikimizin de elinde Türk bayrağı vardı. Oradaki görevlilerden iki tanesi yanımıza geldi ve gayet sert bir şekilde “Bu bayrak yasak, derhal kaldırın ya da bize verin” dediler. Ellerinde de tablet, yasaklı bayraklar listesi var. IŞİD bayrağının üstünde de benim güzel ülkemin, KKTC’nin bayrağı var. SVT ya da EBU, çalışanlarına hiç mi Eurovision öncesi eğitim vermedi bilemiyorum, ama iki görevli de o kadar cahillerdi ki, Türkiye bayrağını KKTC bayrağı sandılar. Bir de EBU özür dileyerek, “sözde” hiçbir bayrağın yasaklı olmadığını geçen günlerde açıklamıştı. İlk canlı Eurovision’umda resmen dakika bir, gol bir yemiş gibi oldum. Finlandiya’nın şarkısı başladığında ve nakarata girdiğinde bile, o iki görevli hala daha bayrağı anlamaya çalışıyorlardı.
 
Her neyse, sonra yanımızdan gittiler, ben de moralim biraz da olsun bozulmuş bir şekilde yarışmaya konsantre olmaya çalıştım ve kısa sürede kendimi şarkılara kaptırdım. Şarkıları bağıra çağıra söylemek, çok sevdiğim şarkıcıları canlı olarak, o muhteşem sahnenin üzerinde görmek harika bir duyguydu.
 
Bir de 10 yıldır merak ettiğim bir şey vardı; postcard süresi boyunca, yaklaşık 40 sn yani, nasıl oluyor da sahne o kadar çabuk hazırlanıyor. Sonunda onu da öğrenebildim. Sahnede kalabalık bir ekip vardı. Birileri ekipmanları, dekorları kurarken, diğer görevliler de sahnenin terini siliyorlardı. Gerçekten harika bir senkronizasyon ile 1 dakikadan az sürede her şey hazırlanıyor. Onların çalışmasını hayret ve hayranlıkla izlediğim için postcardların çoğunu izleyemedim bile.
 
Sonra 18 şarkı bitti, oylama ve recap başladı. Çevremizde bulunan diğer OGAE klubü üyeleriyle recap’a bakarak kim çıkar kim çıkmaz tahmininde bulunduk. Recap videosundan sonra, İsveçlilerin kendilerini eleştirme ve mizah anlayışlarına gerçekten bir kez daha hayran oldum. İsveç ile ilgili video o kadar komikti ki. Bir Lynda Woodruff değildi tabi.
 
Sonra oylama bitti. Interval act başladı, konusu mültecilerle alakalıydı, grili adamlar ve kadınlar. Dans gösterileri bittikten sonra, sahneden inip seyirciler arasına karıştılar ve bütün seyircileri el ele tutuşturdular. Bir tane dansçı tam yanımdan geçti. Verilmeye çalışılan “birlikteyiz” mesajının uygulanış şekli güzel oldu.
 
Sonra beklenen an geldi, arena nefesini tuttu. Sihirli zarflar açıklandı. Hayal kırıklığı yaşadığımı söylemem gerek. İzlanda yerine Malta’nın finale çıkması gerçekten büyük bir şoktu. Sinirlerimize hakim olamayıp, zaten artık da yapacak başka bir şey kalmadığı için, daha canlı yayın bitmeden arenadan ayrıldık.
 
Yaptığım listede, 10 ülkeden 8 tanesi finale çıkabildi. Estonya ve İzlanda ise içimde burukluğa neden oldu. Finlandiya ve Moldova’nın şarkısını da çok seviyordum, onlara da üzüldüm ama finale çıkamayacaklarını da biliyordum. Yine de her şeye rağmen harika bir yarı finaldi.
 
İyi ki gelmişim diyorum, 10 yıllık hayalim dün gece sayesinde gerçekleşmiş oldu. Eurovision’un, benim için 10. yılı kutlu olsun 🙂 

Ali Solman