EUROVISION HASTALARI: Ya da “Sen gelmeden önce her yer karanlık”tı…

okan

Okan Varol yazdı..


Esen Oktay, 2000’in haziran ayında ilk kez bir araya getirdiği eurovision takipçilerinin platformunu “Eurovision Hastaları” diye isimlendirirken ziyadesiyle isabetli bir karar vermişti. O güne kadar eurovision takıntısını doğru dürüst prezante(!) edemeyen bir çok heyecanlı genç bu yahoo grubun tartışmalarında, haberleşmelerinde, bilgi akışında hatırı sayılır bir yer bulmuştu kendine. DJ Olcay’ın ve isimlerini buraya sığdıramayacağım kadar daha pek çok Eurovision Hastası’nı unutmamak üzere hafızama yerleştirdiğim dönem, o dönemdi. Kaldı ki bugünün twitter fenomeni denilenler kadar sivrilen, merak uyandıran, takibi itibar sayılan kahramanların sayısı da hiç az değildi. Şimdi onların neredeyse tamamı Ogae Türkiye’nin içinde, kıyısında, köşesinde nefes almaya devam ederken farklı şehirler ve hatta farklı ülkelerde yaşıyor olsalar da özellikle final gecelerinde ve belirli etkinliklerde bir araya gelmeyi ihmal etmiyorlar. Kıskanılası bir lonca!

İlk seslerin verildiği o tarihi Eurovision Hastaları günlerine zaman zaman Esen’in haklı çemkirmeleri ve üyeler arasındaki tatlı atışmaları da damgasını vuruyordu. Ancak esas önemli olan hiçbir ana akım medyada izini bulamayacağımız iletilerin takipçilerine ulaşabilmesiydi.. Çünkü 70’li 80’li yıllarda sadece Hey dergisinde veya gazetelerin haftasonu televizyon sayfalarında kendine öyle ya da böyle yer bulan ve ite kaka hazırlandığı çok belli olan güncel esc haberleri, internetin hayatımıza girmesiyle birlikte coşkun bir iletişim ağının imkanlarıyla dolu dolu ayağımıza taşınıvermişti.

Her eurovision hastası, dijital platformlarda biraraya gelmeden önce yaşadığı eurovision müptelalığı temalı ilginç anekdotlarını mutlaka birbirine anlatır durur. Müsaadenizle benim de 80’li yılların başında yaşadığım ‘zavallı’ ama sözümona ‘haysiyetli’ bir mücadelem vardı ki burada paylaşmak isterim.

Evlerimize video recorder ve benzeri edevatların henüz girmediği günlerdi. Trt’nin finalden tam bir hafta önce, yine cumartesi akşamları büyük bir iştahla tanıtım kliplerini yayınladığı tekel seneler.. Yarışan şarkıları bir daha kolay kolay dinleyemeyeceğimiz için bir şekilde kaydını almaya çalışanlar tebessüm ederek hatırlayacaktır. Grundig marka ‘tape’ten televizyonun hoparlörüne çok yakın olmamak kaydıyla yukardan sallandırdığım mikrofonla bu tanıtım kliplerinin ses kaydını titizlikle almaya çalışırdım. Bugün hükümet-cemaat takışmasında sürekli “tapeler, tapeler” diye dillere dolanan kayıtlar, ismini fotoğrafta gördüğünüz perforelerden alıyor aslında. Perfore yerine ‘band-bant’ münakaşına kapılarak ahkam kesenler de az değildi o dönem. (Bu tarihi bilgiyi es geçmeyelim ki kusur kalmasın.)

İşte bu alet her perforenin yüzüne 2’şer kanal kayıt yapan devrin ileri bir teknoloji harikasıydı. Mesela 180 dakikalık bir perforeniz varsa elinizde, 180*4=720 dakikalık kayıt alma imkanı sunardı. Gelin görün ki bu imkanın değerlendirilmesi içler acısıydı: Zira bu cihazlar, o yılların ortadirek ailelerinin komikli şakalı misafirleşme toplantılarını, manasız kahkahaları ve beceriksizce söylenen şarkılı  türkülü akraba performanslarını saklamaktan başka hiçbir işe yaramazdı. Ama ben bu türden kabul günü şenliklerine itibar etmez, bazı televizyon ya da radyo yayınlarını arşivlemeye çalışırdım. Bir de oyun olsun diye uzunçalar veya 45’lik kopyalardım.

5454

Fotoğrafa gelince: İstanbullu bir çok ailenin atmaya kıyamadığı eşyaları yazlıklarına götürdüğü malumunuzdur. Bizimkiler de Grundig öksüzünü şimdi yazlığın bir köşesinde muhafaza ediyorlar kendilerince ki, üç yıl önce bu fotoğrafı bana çektiren de sadece ve sadece bu yaşımda bile dizginleyemediğim ‘acıma’ duygumdur.

Dönelim tanıtım kliplerinin yayın akşamına. Trt’nin belirttiği saatten önce ses seviyesini ayarlamak için defalarca prova kaydı aldığımı söylememe gerek yok. Ama ötesi vardı: Bu perforeler zırt pırt ileri/geri hızlı sarmalarda kolayca koptuğu için bir süre sonra kimi yerleri selobantlarla yapıştırılırdı. Grundig yazısının hemen üzerinde yer alan kafa koruyucu kapağa dikkatlice bakın şimdi. O kapağın ortasında küçük bir yolluk göreceksiniz. O yolluk, kopan bantı yapıştırmak için düzgünce yatırılan bir kanaldı. Demek ki firma, bantların kopmasını o kadar olağan karşılıyordu ki tasarımını da buna göre yapıyordu. İnanılır gibi değil!…Tersten yapıştırılan bantların kaydında da ciddi sorunlar olurdu. Mesela şarkının herhangi bir yerine selobantlı saniye denk geldiğinde, “voiiiiiyyk” diye lanetli bir efekt dinleyiciye nanik yapardı. Korkunç mu korkunç dertlerdi bunlar. Bu yüzden yine yayın saatinden önce kopuksuz, selobantsız perfore ayarlamam da vaktimi alırdı. Fotoğraftaki dolu perforenin içinden fışkırmış isyankar iki bant kopuğunu bir de bu gözle mimleyin. Arkadakinin ucunda sararmış solmuş sefil selobantın çığlığını duyduğunuza eminim.

Bütün bu hengamenin üstüne yine de ortada muazzam başka bir sorun vardı. Muazzam derken abartmıyorum. Okudukça bana hak vereceksiniz: Şarkı aralarındaki 6-7 saniyelik ‘pack-shot’larda ülkenin ismi vs. sesli olarak anons edilmiyordu. Bu yüzden ben de her şarkı arasında koştura koştura mikrofona yaklaşıyor ülkenin ismini çarçabuk seslendiriyor hemen yerimi alıyordum. Bunu da öyle büyük bir kaygıyla yapıyordum ki nefes sesim kayda girsin hiç mi hiç istemiyordum. Gazetelerde tanıtım kliplerinin sıralaması ya eksik, ya yanlış verildiğinden ya da hiç verilmediğinden bu ilkel yöntemi ısrarla uygulamak zorunda kalıyordum.

Üstelik nefes sesimin kayda girmesini istemeyişim yıllar sonra Trt İstanbul Televizyonu’nda Seslendirme Yönetmen Yardımcılığı yaparken ses montajında ciddi ciddi başıma dert olmuştu. Seslendirme yapanların kelime öncesi ve sonrasındaki gereksiz -bana göre gereksiz- solumalarını duymaya tahammül edemezdim. O yüzden de montaj operatörlerine sürekli nefes seslerini temizlemelerini söylerdim. Bunu bir tek ben istediğim için içten içe harlanıp kızdıklarını da fark eder bozuntuya da vermezdim. Ancak, nefes seslerini tamamen temizlemek de doğallığı öldüreceği için ‘nefes fade’leme tabirini bir şekilde devreye soktuğumu hatırlatırım. Şimdi kimse böyle şeylere dikkat etmiyor tabii… Çok yazık!

Neyse… İşte benim acınası kayıt günlerimden birinde şarkıların yarısı civarına gelindiğinde Trt reklama girmiş, ben de kayıttan çıkmamak koşuluyla -kayıttan çıkılır mı hiç, Hafazanallah!!- tuvalete koşmuştum. Nasıl işediğimi bir ben bilirim bir de Yaradan… Döndüğümde ne göreyim… Reklam bitmiş sıradaki şarkı başlamıştı bile… Mesele, o klibin hangi ülkeye ait olduğunu benim anons edemeyişimdi ve bu kabul edilemez bir hataydı. Kimbilir kimin kısa reklamını girmişti Trt ve beni ofsayta düşürmüştü. Kuzey ülkelerinden biriydi anonsunu kaçırdığım ama teyidini günler sonra, yani tam koskoca bir hafta sonra yapabilecektim. Eurovision yayınlarındaki özensizlikten ötürü Trt’ye daha sonraki yıllarda da kızacaktım ama bu kadar büyük bir öfkeyi Trt’nin bana yaşatmadığını itiraf etmek isterim. Buna, yarışmaya katılmaktan vazgeçtiğini bildirdiği gün dahil…

İşte böyle…

Şimdi bunları kendimle alay ederek yazıyorum ama o ibretlik günlerde bu yaşananlar adeta birer depresyon gerekçesiydi. Çocuk yaşta bu kadar büyük bir azabı kaldırmak, kelimelerle tarif edilemeyecek denli elem yüklüydü…

Çok şükür; internet vasıtasıyla Eurovision Hastaları bir araya geldi, arşivler ortalığa döküldü de o bir yanı karanlık ve tuhaf, bir yanı da ironik ve sarkastik çağ sona erdi.

Evet…

Eurovision Hastaları buluşturulmadan önce her yer karanlık, dünya ıssız, dünya durgundu….

Trt’nin katılmaması kadar ülkede yaşanan siyasi çalkantılar Eurovision’a olan ilgiyi zedelemiş görünse de, hala bu arzular ve hayaller sahnesine sahip çıkmak için direnen küçük bir kitle olduğunu biliyorum. Ben bu yazıyı kocaman kalpli o küçük kitleyi selamlamak için yazdım.

Okan Varol